26 Şubat 2021 Cuma

vay anısını: doğuş

kaldığım yerden devam...

sene, 1988. annem ve babam o sıralar milletin sarsılmaz iradesinin temsil edildiği, 06 plakasıyla tüm yurda nam salan ve henüz ezhel denen autotone'cunun esamesinin okunmadığı biricik başkentimiz ankara'da yaşıyor. hatta sanırım yeni taşınmışlar. annem ev hanımı, babam pazarcı. üstelik bizimkiler daha yeni evli ve her yeni evli çift gibi bu tatlış evliliği sevimli bir çocukla taçlandırmak istemişler. işte o çocuk... 

ben değilim.

ilk çocukları düşmüş. acı ama gerçek. sad but trueahhh. ama onlar için. çok heveslenmişler fakat ne yazık ki ilk denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmış. olsun. kısmet değilmiş. canları sağ olsun. kısa süre sonra sivaslı genleri onları dürtmüş ve hemen bir deneme daha yapmışlar. dostlar, size yemmin ediyorum, ortaya 1989 model bir şaheser çıkarmışlar. yani beni... ikisinin ne kadar çekilmez geni varsa, hepsi tek bir vücutta hayat bulmuş. canım ben. beni gidi beni. mehhh... iyi bok yemişler. 

neyse, ben doğunca herkes çok sevinmiş. özellikle baba tarafım. mesela en küçük amcam ben doğar doğmaz hastanede dolar falan dağıtmış. keşke bana banka hesabı açsaymış... haaa, niye en çok baba tarafım sevinmiş? çünkü baba tarafımdan ağa torunuyum. diyeceksiniz ki "ağa oğlu pazarcı olur mu amk?". bal gibi olur. o ayrı hikayenin konusu. muhattabı ben değilim. babiş. kapiş?

doğumdan kısa bir süre sonra annem doğumhaneden normal bir odaya taşınmış. beni de kucağına almış. o zamanlar saçlı, stajyer bir dünyalıyım. oksijen ciğerlerimi yakmış, viyak viyak bağırıyorum. adeta anneme önümüzdeki yılların spoiler'ını veriyorum. baba tarafından bazı halalarım, amcalarım da yanımıza gelmiş. her şey iyi, güzel ama bir şey eksik. henüz bir adım yok. 

şimdi, ağa torunuyum ya, sülalede de şöyle bir durum var. bizim sülalede birkaç göbektir, bazı isimler hep tekrar etmiş. "haydar, hüseyin, haydar, hüseyin, haydar, hüseyin..." bunun sonu yok. anlayacağınız, verimli döller içinde bir kısır döngünün içine doğmuşum dostlarım. 

acaba yeni doğan bebeğin adı ne olacak? kısa bir çiş molasından sonra yazımız devam ediyor...

3 bira sonrası işemeyi çok seviyorum. aslında seni de seviyorum ama burada konu sen değilsin. konu doğrudan benim. sorry beç.

ortamda biri, adımın ne olacağını sormuş. baba tarafımdan biri de atlamış "tabii ki hüseyin olacak". öff... haydar'ın oğlunun adı başka ne olacak zaten? hüseyin. zaten dedem de ben doğmadan birkaç ay önce ölmüş. yani kaçarı yok. kesin benim adım hüseyin olacak. ortamda bana hüso diye seslenecekler. hüs diyecekler. ben höst diyeceğim... dahası, benden önce doğan bir sürü kuzenimin adı da hüseyin ve onların adının hüseyin olması, benim adımın hüseyin olmaması için gerekli bir sebep teşkil etmiyormuş. ne kadar hüseyin, o kadar aka imiş. hayır, bir de ben haydar'ın oğluyum. yukarıda dedim ya, "haydar, hüseyin, haydar, hüseyin..." ağalar böyle gidiyor. ben isim torunuyum. doğmaz olaydım...

...derken benim güzel annem, o güzel sesini çıkarmış. ilk defa bir gelinin sesi çıkıyor. "siz maden hüseyin olsun diyorsunuz, ben de ali olsun diyorum." kendi babasının adı. yani diğer dedem. onu da hiç görmedim. ay... doğmayın dedeler... hayata ultra premium alevi olarak başlamama ramak kalmış. annem ve baba tarafımdan bağzı akrabalar isim konusunu gerekli yere uzatırken kapıda biri belirmiş. haluk abi. babamın halasının oğlu diye biliyorum. dayısının da olabilir. bilmiyorum. ama haluk abi'yi biliyorum.

haluk benim yanıma gelmiş. agucuk bugucuk faslı derken isim tartışması yine alevlenmiş. hani filmde vardı ya "hızır idi, yunus idi..." aynısının lacivert hali. tüm bu tartışmaları dinleyen haluk abi, çözümcü olacağım diye ortaya üçüncü bir isim atmış; "doğuş olsun adı." tabii millet "ne alaka?" demiş. haluk abi de doğuş'un hikayesini anlatmış. şimdi size orijinal doğuş'u bildiğim kadarıyla anlatacağım.

doğuş, haluk abi'nin çok yakın bir arkadaşı. tek başına yaşıyormuş. ev dışında sürekli birlikte zaman geçiriyorlarmış. bir süre sonra haluk abi, doğuş'a ulaşamamış. gittiği mekanlara sormuş, kimse görmemiş. evini telefonla aramış, cevap veren olmamış. dayanamayıp, evine gitmiş. evin önü kalabalık. sormuş etrafa "ne oldu?" diye. "doğuş" demişler, "öldü." haluk abi inanamamış. "nasıl ölür?" demiş, "daha geçen beraberdik..." 

ya yanlışlıkla, ya da intihar bilmiyorum ama doğuş, duş almak için küvete girmiş. bana anlatılan, duşu bittikten sonra küvetteyken saç kurutma makinesiyle saçını kurutmak istemiş ama dengesini kaybetmiş, küvete düşmüş ve elektrik çarpmasından oracıkta can vermiş. yani, hangi açıdan düşünürsen düşün, çok kötü.

haluk abi bundan dolayı benim adımın doğuş olmasını istemiş. tabii kimse onu dinlememiş. "hızır idi, yunus idi" durumu aynen devam... derken içlerinden biri "maden karar veremiyoruz, bari kura çekelim." demiş. dünya için küçük, benim için büyük bir mantık belirtisi. bakalım ne olacak... kağıtların içine hüseyin ve ali yazmışlar. haluk abi oraya doğuş'u da ekletmiş. diğerleri önce biraz mırın kırın etmiş ama sonra el mecbur, kabul etmişler. bir poşet bulunmuş, kağıtlar o poşetin içine konulmuş. akrabalarımdan biri kağıtları iyice karıştırmış. ulan zaten üç isim var... ve o an. eline bir kağıt almış, yavaşça açmış. "doğuş" çıkmış. tabii baba tarafı beşiktaşlı. hemen "olmaz öyle saçma şey" demişler ve bir kura daha istemişler. fenerbahçeli olsalar, kesin şike yaparlar...

ikinci kura çekimi için kağıtlar tekrar poşete konmuş. hepsi usulca karıştırılmış. ortamda bir sessizlik hakim. buna ben dahil. hiçbir şey anlamasam da, bu konunun ciddiyetini anlamışım. sevgili akrabam elini poşetten içeri sokmuş ve seçtiği kağıdı çıkarmış...

doğuş.

beşiktaşlılık bizimkilerin kanına işlemiş. haketmedikleri şampiyonlukları saydırmadı mı zaten bu iki yıldızlı padavanlar? bizimkiler de öyle. "olmaz" demişler. "bir daha çek şu kurayı ama bu sefer düzgün çek." breh breh breh... benim tatlış akrabam bir kura daha çekmiş. bu sefer usulca da değil. pata ve küte. sonuç?

yine doğuş.

üç sene üst üste şampiyon olduuum! isimlerin kralı olduuuum! 
isimleriiiiiii kura seçeeeeer, kurayı da doğuş akaaaa.....

baba tarafım yine isyan edecekken annem devreye girmiş. "tamam, adı doğuş olsun." demiş. artık, kendi babasının adından vazgeçmiş. aşırı mantıklı karar. zaten yeni doğmuşum, adım da doğuş olsun. hem 7 sülaleye yetecek kadar hüseyin var zaten. bazen ben bile o hüseyin'leri karıştırıyorum. paralel evrendeki rick and morty'ler gibi işte. hepsi amcaoğlu. bir tane de ali var. dayıoğlu. ha, "bu esnada baban neredeydi?" diyecek olursan, kendisi iskenderun'da dükkan açmış ve orayı bizim için hazırlıyormuş. zaten ben doğduktan 2 ay sonra oraya taşınmışız.

işte güzel insan, ben böyle doğdum. benim adım da böyle kondu. sen de bundan yıllar sonra bir şekilde beni tanıdın. ama iyi, ama kötü. bunu okuduğuna göre de adımı unutmayacaksın, o kesin. 

sevgiler, saygılar.

21 Şubat 2021 Pazar

torbacı tarkan

hatırla
malı.
sevgiyle an
malı.
ümitlerle yarınları hoş tut.
malı, ayırmamalı.

18 Şubat 2021 Perşembe

açlık oyunları

dünya kadar malın olacağına
fındık kadar lahmacunun olsun.

15 Şubat 2021 Pazartesi

vay anısını: acepro

sevdim bu seriyi. 

ulan dedim ilk yazıda eylem abla'dan bahsettim, önceki yazıda ibo'yu ve rock'n iskenderun'u anlattım. bugün de sevgililer günü. bir sevgilim hakkında yazayım. düşündüm, bazı hatalar, bazı hatıralar geçti gözümün önünden. sonra fark ettim, onlar geçip gitti gözümün önünden. arada gözümden düşenler oldu falan. ben düştüm kimilerinden. başkalarına düştüm derken anladım ki biri hep gözümde tütüyor. değişmeyen biricik sevgim. ilk gerçek sevgilim. 

ilk gitarım... acepro stratocaster. onu anlatacam bu akşam size. alkolüm hazır, konserim açık. siz de dinleyin. erik gibi konser. tıktık! 

sene 2006. liseden yeni mezunum. elimde kapı gibi bir siktirname ve kazanamadığım beş para etmeyen bir üniversite sınavı var. ailem benden ümidi kesmiş gibi. büyük kavga ediyoruz o sıralar. ben, yazar olacağım diye diretiyorum. neyin yazarı olacağım konusunda bir fikrim yok. sadece ekmeğimi kalemimle kazanmak istiyorum. bizimkilerse benim mühendis olmamı istiyorlar. evde mühendis akrabalarım örnek gösteriliyor. mühendis akrabalarımdan bana gına geliyor. mehhh...

tüm bunlardan kaçış yerim sahil. dandik bir cd çalarım ve hayvan gibi bir müzik arşivim var. spotify halt etmiş. sahilde bira içip müzik dinliyorum. sürekli kulaklık bozuyorum. en baba kulaklık 50 tl bile değil. paranın değeri var. beratik ekonomik göstergeleri bir kenara bırakırsak, müzik dinlerken hayalimde ya davul çalıyorum, ya gitar... birkaç defa arkadaşların stüdyosunda davulun başına geçtiğim olmuştu ama beynimi bölemiyorum ya... zaten dikkat dağınıklığım had safhada. böylece hayalimde daha çok gitar çalmaya başlıyorum. bazı arkadaşlarımla hayali bir grubumuz var, ondan konuşuyoruz. ileride konser falan vericez. adı yarramstein. ben bu hayali bir tık daha ileri götürmek istiyorum. 

bir gün tüm cesaretimi toplayıp, babama "bana gitar al" diyorum. 40 yılın başı ilk defa bir şey istedim. bana bakıyor, ben de ona bakıyorum. biliyor evde ara sıra onun bağlamasını çaldığımı. var bir genetik çekim. ki yıllar önce de kuzenimin solak gitarını tıngırdatırdım. bana bakıyor, ben de ona bakıyorum. her baba gibi "bakarız" diyor. bana bakıyor. ben ona bakmıyorum. eve gidiyorum. 

akşam eve geldiğinde konuyu açıyor. hani ilk anıdaki eylem abla var ya, zeki amcanın kızı. işte o müzisyen. arsuz'da falan sahne alıyor. babam zeki amca'yı aramış. zeki amca, eylem abla'dan rica etmiş. bana gitar alacaklar. babam bana durumu anlatıyor. hani bazı insanlar "inanamıyorum" derler ya olaylar karşısında. işte gerçekten o lafı iliklerime kadar hissediyorum. bayaa bayaa bana gitar alınacağına inanamıyorum. o akşam 9 gibi kapı çalıyor. gelen eylem abla. ertesi gün müsait olup, olmadığımı soruyor gitar almak için. ablacım, ben hep müsaitim. ama ağzımdan daha çok "hüee" diye bir şey çıkıyor. heyecan başka şey azizim.

o gece gözüme uyku giriyor. öküz gibi uyurum. gamsızımdır. bunca yıllık ömrümde uykunun tutmadığı çok az anım var. bazıları kötü. o sabah cennetteymişçesine uyanıyorum. en güzel siyah tişörtümü giyiyorum. kotum bir başka havalı geliyor. botlarım en bot. gidiyorum babamın dükkanına, kasada bekliyorum. gözüm sürekli giriş kapısında. eylem abla gelecek, beni gitar almaya götürecek. gitardan anladığı için de iyi gitar seçecek. içimde havai fişekler, dışımda adeta katır, eşekler. olmadı kafiye. zaten olduğunda bloğa yazıyorum. ehuehue :D 

abi kadın gelmedi. işi çıkmış. ben kasada kaldığımda kaldım. müşteri geliyor, barkodu okutuyorum. ürünleri poşetliyorum. sonra yallah. çok mutsuzum. yanlış olmasın, bu birkaç gün daha böyle devam ediyor. ve tesadüfün iğne deliği, can dostum güzel insan ibo da o günlerde bir gitar alıyor. kırmızı beyaz bir strat. ülkücülükten değil, herif kırmızı seviyor. benim aklımda bir renk yok. ben sadece gitarı almak istiyorum. yavşak herif gitarıyla beste yapmaya başlıyor kısa sürede. laf aramızda aşırı yetenekli adam. müzikal yeteneği kadar, şansı da yaver gitseydi bambaşka bir hayat yaşıyor olurdu. kendi ruhunun evren paşa'sı oldu. 

derken evde olduğum bir gün telefon çalıyor. annem açıyor. belli, dükkandan arıyorlar. "evet, burada. yatıyor." falan diyor annem. kesin yine kasada durmam için çağıracaklar diye düşünüyorum. annem telefona çağırıyor. dünyanın en mehhh insanı olarak telefona gidiyorum. "alo" dediğim anda karşımda eylem abla'nın sesini duyuyorum. güleç bir tonda "doğuş gel" diyor. aradan neredeyse 15 yıl geçti. bu kadar seksi çağırıldığımı hatırlamıyorum. geldim, hem de erken geldim.

şak diye dükkandayım! speed metal dinliyorum boru mu? efendimiz kasanın yanında duruyor. kalktı ayağa, "gidiyoruz" dedi. "nereye?" derken babam cebime para sıkıştırdı. muhtemelen aralarında şu kadar tutar muhabbeti yapmışlar. 200 dolar. o zaman 300 lira falan ediyor. rock market'e gidiyoruz. zamanla öğreneceğim ismiyle kazıkçı orhan. bazı zamanlar rock market'in önüne gider, oradaki gitarları keserdim. bazı zamanlarsa zaten oranın stüdyosundaydık. ne günlerdi beaahhh... 

rock market'teyiz. eylem abla, kazıkçı orhan'la selamlaştı. belli ki tanışıyorlar. bay voyvoda bana baktı. muhtemelen iyi kazıklarım diye düşündü. "ne istiyorsun?" dedi. "elektrogitar." dedim. tabii bunu der demez eylem abla'dan o efsane cümleyi duydum: "önce klasikle başla, sonra elektroya geçersin." dedi. gerçekten bunu dedi. tatlım... speed metal diyorum. thrash metal dinliyorum. klasik dediğin misina tel. o misinayla en fazla balık tutarım. zaten alık tutmak için böyle söyleniyor. "elektrogitar istiyorum." dedim. hayatımda bu kadar kararlı olduğum başka an var mı? düşünüyorum... var. bazı ayrılıklarımda asla geri dönmüyorum. düşünmüyorum. kazıkçı voyvoda orhan, beni anlıyor ve gitarların arasından siyah beyaz bir strat çıkarıyor. acepro. telleri paslanmaya başlamış. "sana bir de amfi lazım." diyor. dünyanın en boktan tonlu amfisi boston'ı veriyor. 15 watt. watt, "what?" da olabilir. amfinin, amfi olduğundan haberi yok. ama sorun da yok, neticede cahilim, heyecanlıyım ve hayalim gerçekleşiyor. 200 doları verip çıkıyorum. rock market'in kapısında eylem abla ile vedalaşıyoruz. koşarak dükkana gidiyorum. o zamanlar bel ve boyun fıtığım yok. amfiyi ve gitarı aynı anda taşıyabiliyorum. dükkana giderken antimor adlı grubun davulcusu çağrı ile karşılaşıyorum. gitarı ve amfiyi gösteriyorum. çok mutluyum. dükkana gidiyorum. ekipmanımı babama gösteriyorum. sonra ilk dolmuşla eve...

hemen odaya giriyorum. amfiye pencerenin önünde yer açıyorum. normalde orada müzik dinlerdim, şimdi müzik yapacağım. gitarı kılıfından çıkarıyorum. bilmeyenler için; en basit haliyle gitar kaan tangöze'nin gitarının çok ama çok kötü bir çakması. gözünüzde öyle canlansın. neyse, amfiyi fişe takıyorum. gitarı caka takıyorum. amfiye cakı doğru takamıyorum. amfinin deliklerini bir süre yorduktan sonra doğru deliğe takıyorum. input. cinsel yaşamım böyle başlıyor. amfinin sesini açıyorum. tatlı bir clean ton. gitarda akort kaçıklığı var ama akort etmeyi bilmiyorum. buna da şükür. tek telden de giderim. amfide distortion'u arıyorum. cızbız. jınjın. o küçük düğmeye basıyorum. gitarın sesi birden kirleniyor. allaaam sana geliyorum. aklımda hangi şarkı varsa, hepsini beşinci perdeden çalıyorum. la sayılır. ilk çaldığım riff megadeth'ten "symphony of destruction". sonradan öğreniyorum ki çaldığımın, orijinal riff'le alaksı yok. ikinci çaldığım riff, stone sour'dan "get inside". kısmen yaklaşmışım buna. zaman geçiyor, ben gitarla daha çok zaman geçiriyorum. sikmişim öss'yi. gitarı akort etmeyi öğreniyorum tesadüfen. 5. perdeler meğer akort sesini veriyormuş. bir tel hariç. telefonda da la sesi var. ikinci telden akort etmeye başlıyorum. gitar akortlu olunca kulaktan şarkı çıkarmaya başlıyorum. kulaktan çıkardığım ilk şarkı metallica'dan "for whom the bell tolls". takır takır çalıyorum. hem de downpicking. sonra heyecanım artıyor. 

öss geliyor. sorular gitardan olsa gözüm kapalı yapardım ama beceriksiz bir sayısalcıyım. matematiği anlayayım diye gittiğim özel derste bile hocanın gitarını çalıyorum. iyi bir klasik gitarı vardı, ben de sürekli onu çalardım ders diye. böyle olunca, üniversite sınavım bok gibi geçti. 2 yıllık elektronik bölümüne gittim. peki okulla hiçbir alakam var mı? tabii ki yok. sürekli gitar çalıyorum. hatta bu esnada ibo'nun izmir'de aldığı kırmızı washburn'ü ondan satın alıyorum. renk olsun. o gitar bir süre sonra elimde parçalanıyor. sonra kalan kısmı kendi ellerimle parçalıyorum. gitar şimdi kitaplığımı süslüyor. 

tüm bu olayların öncesinde bir tatil zamanı ilk gitarımı satmayı düşünüyorum. evde 2 gitar fazla. o zamanlar böyle düşüyorum.  yaaani, satma kararım saçma gelmiyor işte. komşu çocuğu deniz haberi alır almaz hemen geliyor. 100 liraya acepro'mu ona satıyorum. deniz çok mutlu. ben çok nötr. washburn var. washburn başına geleceklerden habersiz. ben de washburn'ün başına geleceklerden... böylece ayrılıyoruz ilk gitarımla. bok gibi distortion tonu, buna rağmen inanılmaz bir clean ton. boşuna dememişler, "at, avrat, strat" diye... 

ege'deki 4. sınıfıma kadar başka strat'ım olmuyor. o zaman schecter stratocaster alıyorum. tam bir fiyat performans canavarı. hatırlıyorum da, meksika fender'lerle kıyaslayarak almıştım. o da meksika fender'in götünden kan almıştı. gerçi, kimse sevmedi o gitarımı. istanbul'da onu değiştirmeyi düşündüğüm zamanların birinde o zamanki sevgilime sormuştum, "sence gitarım güzel mi?". şeklen beğenmemişti. "normal elektrogitar" demişti. yavuz çetin'le aynı soyismi taşıyıp, strat'ı beğenmemek... fıtrat işte. olur öyle. sonra kendisiyle gidip dore müzik'te gitar denemiştim. en havalı gitar fotoğrafım hala kendisinin eseri. yetenekliydi bu konuda ama konu bu değil. tam geçen sene bu zamanlar o gitarımı da sattım. satmak zorundaydım. param yoktu, evi taşıyacaktım, ekonomi bok gibiydi. bir de ben depresyondaydım.

yani, işte. şimdi amerikan fender strat almayı düşünüyorum. bunun için diğer 3 gitarımı satışa koydum. hepsini satınca amerikan fender'in yarı parası çıkıyor gibi. üstüne biraz da ben koysam... bir daha gitar almam galiba. 

hey gidi acepro. umarım hala hayattasındır. ben seni çaldım, sen benim gönlümü çaldın. 
iyi ki vardın.
şerefe!

11 Şubat 2021 Perşembe

pozisyonun kimyası

özkütlesi küçük olan 
üste çıkar.

10 Şubat 2021 Çarşamba

vay anısını: coder mc

sene 2003. 14-15 yaşlarındayım. 89'dan hesaplayınca... doğru. lise 1 zamanları işte. bir de son okul başarıları. bundan sonrası bayır aşağı ehue :D askeri lise ve anadolu lisesi sınavlarını kazanamayan biricik ben; yani canım kendim, babacığımın dükkanının tam karşısındaki liseye kayıt oldum. iskenderun lisesi.
okula kayıt olduğum an ilk günkü gibi aklımda.

tezgaha bakliyat diziyordum. babam seslendi. dükkandan çıktık. yolun karşısına geçtik. okula girdik. kayıt oldum. okuldan çıktık. yolun karşısına geçtik. dükkana geri girdik. bakliyat dizmeye devam ettim. tabii o zamanlar süper lise denen kavramdan haberimiz yok. zaten bir işe de yaradığı da yok. mehhh...

neyse amcamın oğlu, okula başladım ama gönlüm hiç okulda değil. internet kafelere kaçıyorum, rock market'in (ki kendisi kazıkçı orhan olur) gitar vitrinine bakıyorum, yeni gruplar keşfedip fifa 2003 oynuyorum. bir de mirc var o zamanlar. iskenderun kanalından alayına döşüyorum. hikaye böyle başlıyor...

internet kafe sahiplerinin çoğu babamla yakın arkadaş. dahası maalesef beni de tanıyorlar. aka market'in büyük oğluyum. adım bu. kimlikte doğuş yazıyor ama o önemli değil. yaaani, ben tanınmamak için çareyi yeni açılan kafelere gitmekte buluyorum. yoksa işim yaş. depodan mal taşımak istemem. 

troll'lüğümün üstümde olduğu birgün yeni açılan internet kafelerden birine gittim. mega internet cafe. ara sokakta bir yer. karşısında adana kebapçısı var. siz nasıl diyorsunuz? very nice! oturdum makineye, söyledim adana'yı, açtım sepultura'yı, girdim mirc'e. bu sefer değişiklik olsun diye muhabbet için saçma sapan bir kanala girdim. kanalın adını birkaç dakikadır düşünüyorum, bulamıyorum. varsayalım iskenderun.

abi bende de huy. nick'ine gıcık olduğum tiplere zıt giderim. yani giderdim. bakıyorum kanalda takılanlara. metalciyim ya, bir tane rap'çi gördüm. nick'i coder_mc. amına koduğumun rap'çisi. sen kimsin lan NDA'nın karşısına çıkıyorsun? yazdım buna. "napıyon lan amk rap'çisi?", "akıllı ol!" falan derken herif karşılık verdi. bana? ben de ona karşılık verdim. sonra bir şey oldu. hayır, dirty talk yapmadık ama muhabbet uzadıkça uzadı. künefe peyniri mübarek! o dinlediği müziklerden bahsediyor, ben dinlediklerimden bahsediyorum ve ikimiz de bu tip müzik dinleyen insanların eksikliğini çektiğimizi fark ediyoruz. konu metal olunca şeytan dürtüyor ve soruyorum "neredesin?". papatya mı, başka bir çiçek adı mı hatırlamıyorum ama zeki müzik market'in yanındaki internet kafe'de olduğunu söylüyor. 500 metre bile değil mesafe. dibim sayılır. adana'yı gömdüğüm gibi fırlıyorum yerimden, herifin olduğu internet kafeye gidiyorum. o kafe de yeni. geniş. tek tek masaları dolaşıyorum. bir masadan linkin park sesi geliyor. rap metal. sevmem. amk mc'si. kaçar mı benden? arkasından yaklaşıyorum. mirc açık. bana yazmış, cevap alamamış. 

kankacım, bir sivaslı adamı böyle s... 

seek and destroy. 

tam da öyle olmadı. adama arkadan yaklaştım. "coder_mc?" dedim. far görmüş tavşan gibi bana baktı. "ben NDA" dedim. açık söyleyeyim, ben olsam ben de öyle bakardım. ne alakası var değil mi? neyse, adam elini uzattı, "ibrahim" dedi. laf aramızda, göt ismi ona daha çok yakışıyor. şu an düşününce saçma bir şekilde uzun uzun konuştuk ve ikimizin ortak bir hayali olduğunu anladık; "iskenderun'da bir rock festivali yapmak". 

msn adreslerimizi aldık, ben internet cafe'me geri gittim. internet cafe'me? sanki babamın internet cafe'si amk... sahiplenen erkek duruşu uasdha :D aklımda bir kurt var. ibrahim belen'de oturuyor. belen'in girişinde zaten kurt var. ülkücü ilçesi ne de olsa. o akşam ibrahim'le msn'den sabaha kadar yazıştık. annem de ders çalışıyorum diye önüme bir paket kuru kayısı koydu. kuru kayısının ishal yaptığını o gün öğrendim. daha önemlisi o gün iskenderun'un ilk rock platformunu internet üzerinden kurduk. 

iskenderunrock.tk.

sonra bu platform büyüdü. bir sürü insan katıldı. ulan neredeyse iskenderun'daki tüm rock'çılar, punk'çılar, metalciler bir aradaydı. dahası iskenderun'da bir sürü grup kuruldu. mekanlar, grupları istiyordu. iskenderun'da bir rock kültürü başladı. 

rock'n iskenderun. 

üniversiteye başlayınca siteyi sikko bir dövmeciye devrettik. sonra da festivalleri belediye düzenlemeye başladı. her festivalde ayrı bir gurur duyduk. bir de o her festivalde, ibrahim'le mirc'de konuşmalarımız aklıma geldi. küçük bir mirc muhabbeti neydi, nereye geldi...

yıllar geçti. herkes dağıldı.

vay be...
sikeyim festivalleri.
en yakın arkadaşımla ben böyle tanıştım.

ibrahim.
coder_mc.
diploit.
kısaca 2n.
özetle göt.

iyi adam.
yolu açık olsun.

7 Şubat 2021 Pazar

vay anısını: sadettin teksoy

sanırım 11 yaşındayım. ilkokul yeni bitmiş, ilk defa takdir almışım. bu annem ve babam için çok önemli çünkü dinlediğim müziklerden, çizdiğim resimlerden, okuduğum dergilerden hatta (kaderin cilvesi) yazdığım yazılardan dolayı benim satanizme özendiğimi falan düşünüyorlar o zamanlar. 90'ların sonuydu galiba? doğru lan, 11 yaşındayım işte. televizyonda boy boy akmar pasajı ve satanist avcıları. akmar o sıralar cehennemin dibi olarak gösteriliyor. ulan hadi akmar'ı geçtim, murat kekilli'ye bile satanist diyorlar. o derece. ben kekilli'yi sevmezdim ama maalesef okul servisinde çalan tek kaset oydu. kepçe kulaklı bir çocuk da sürekli şarkılara eşlik ederdi. hatırlarken daraldım. mehhh...

neyse, ben takdir belgesini alınca, bizimkiler bayağı bir mutlu oldular. ödül olarak "hadi seni zeki amca'nın yaz kampına gönderelim" dediler. zeki amca da bizim çapraz üst komşu. arsuz'da öğrenci kampında yönetici. "olur" dedim bizimkilere. çünkü olmaz dersem dükkanda çalışacağım. o sıralar dükkanı pek sevmiyorum. 

karşı komşuyla falan da konuşmuşlar. onlar da süleyman'ı kampa gönderecek. sonradan öğrendik ki başka komşular da çocuklarını gönderiyor. hayırlısı... bankaya para yatırma, sağlık taraması vs. derken kamp günü geldi çattı. babam bizi arsuz'a götürdü, zeki amca'ya teslim etti. cebimize de şimdinin 50 lirasına denk bir para koydu. gazladı, gitti. sanki 11 yıldır bu anı bekliyor gibiydi. 

herkesi ortada topladılar. takım liderlerleriyle tanıştırdılar. liderlerden biri eylem abla. zeki amca'nın büyük kızı. özel biri ama onu benim için özel yapan bu kamp değil; ilk elektrogitarımı ve amfimi onunla birlikte almam. konu dağılıyor, dağılmasın.

bizi böldüler takımlara. liderimiz seksi bir abla. eski voleybolcuymuş. süleyman'la aynı takımdayız. dahası, aynı odadayız. sanırım küçük bir torpil durumu. odada bir de antep'ten gelen bir arkadaş var. varsayalım ismail. komik çocuktu ismail.

kampta şöyle bir durum var: her takım, haftanın bir günü gösteri yapacak. şarkılar, türküler, oyunlar, taklitler... seksi takım lideri sordu "kim neyi yapmak ister?". ben en başta, fıkra anlatsam mı diye düşündüm. sonra bunun pek de iyi bir fikir olmadığına karar verdim ve daha kötü bir fikri seçtim: taklit. hem de kimin taklidi? sadettin teksoy. sokarım böyle işe...

zaman geçiyor, herkes gündüz eğlenirken, gece yapacağı gösteriye çalışıyordu. sadettin bey hariç. öyle bir özgüvene sahiptim ki sanki sadettin teksoy bendim. hallederim dedim. insanlar uyardı. "dooş çalış", "dooş prova yap". yapmadım. ta ki gösteri saati gelene kadar... 

sahneye çıkmama 10 dakika var ve ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yok. o an aklıma bir fikir geldi. kantinden aldığım boş dondurma kolisini süleyman'a verdim kamera gibi tutsun diye. belki de sahnede olmanın gerginliğini atmak için. bilmiyorum. plan şu, ben abuk sabuk bir şeyler söyleyecem, sonrasında da sokarım diyecem olay bitecek. fakat sokma kelimesinin cinsel yönünden haberim yok o sıralar. e çocuğum. bilsem, olay başka yere giderdi. onun yerine hiçbir şey yolunda gitmedi.

çıktık sahneye süleyman'la. karşımızda 500 kişi. arkamızdaki masada zeki amca, eşi, çocukları, takım liderleri, bizim seksi lider. benimki düğme gibi oldu. acil çıkış düğmesi... aralarda ne dediğimi hiç hatırlamıyorum. sadece birkaç kez "sokarım" dedim ve parmağımı süleyman'ın gözüne soktum. hausdhausd :D korkunç! resmen fazia! sonrasında da mikrofonu yere attım, "ben gidiyorum" dedim. mutsuz bir şekilde sahnenin arkasında dururken bizim seksi takım lideri yanıma geldi. bana sarıldı, beni teselli etmeye çalıştı. olur öyle, falan fıstık... çocuk avutuyor işte, ne yapsın? ama sanırım o an ergenliğe ilk adımımı attım. benim düğme meğer çocukluktan çıkış düğmesiymiş.

velhasıl-ı kelam kamp birkaç gün daha sürdü. denize girdik. akşamları arsuz'da dolaştık. limon dondurması ve bici bici yedik. kızlarla muhabbetler falan derken son gün geldi. giderken hepimiz çok ağladık.

vay be, gece gece aklıma gelene bak...
ben, sadettin teksoy.
sokarım böyle anıya.